• İktibas

  • İktibas

  • İktibas

  • İktibas

Copyright 2024 - Custom text here

Taşkent: Orta Asya’nın Kalbi / Atlas Dergisi

Orta Asya’nın en büyük kenti, bir sanat ve bilim yurdu; Ali Şir Nevai ve daha nicesinin evi. İpek Yolu’nun, Timur’un, kadim hanlıkların hatıralarını çağdaş bir çerçevede sunan düzenli, yemyeşil, dinamik bir merkez. Özbekistan’ın başkenti Taşkent, eski külliyelerin mavi kubbeleriyle örtülü sahnesinde dünün ve bugünün en güzel hikâyelerini saklıyor.

Yazı ve Fotoğraflar: Kerem Yücel

Ludmila’nın kafasının olması gereken yerde kanat çırpan onlarca kuş var. Devamlı kendi ekseni etrafında dönüyor ve bir jimnastikçi kadar esnek bedeniyle dans ediyor. Üzerindeki eşofmana rağmen onun Taşkent’in masallarla örülmüş dokusundan fırlamış gizemli bir kuş kadın olduğunu düşünmeden edemiyorum. Fakat sonra kuşlar havalanıyor ve Ludmila’nın bilge bir yıldız gibi parıldayan, sükûnet dolu yaşlı yüzü beliriyor. Gülümsüyor ve büyük bir zarafetle kuşlarına da beni selamlamalarını işaret ederek yerlere kadar eğiliyor…

Geleneksel bir Özbek sirkindeyim. Diğer hepsi gibi burası da yuvarlak bir çadırın içinde, dünyanın gerçek dışı dediğimiz taraflarını içinde barındıran özel bir yer. Özbekistan’da köklü bir sirk geleneği var. Kadim zamanlarda kervanlarla dolaşan Özbek sirkleri, İpek Yolu üzerinde seyahat eder ve rota üzerindeki şehirlerde sahne alırdı. O yüzden içimden Taşkent Sirki’nin eski İpek Yolu günlerinden beri yaşayan çarpıcı bir sahne olduğu geçiyor. Ludmila Khoroshevina bunun canlı bir ispatı gibi. İlerlemiş yaşına rağmen sahne alacağı tarihe kadar günde iki kez sirke gelip antrenman yapıyor. Çıkarken, “Artık biraz yavaşlasam iyi olur” diyor gülerek. Yaklaşık 70 yaşındaki bu yaşlı kadına bakarken aklımdan yılları hesaplıyorum. Taşkent’in modern tarihteki bütün aşamalarını görmüş. İkinci Dünya Savaşı’nın etkilerini, Sovyet dönemini, 1966 depremini, Özbekistan’ın bağımsızlığını…

Kafasının etrafını kuşlar çeviren bu kadın gibi Taşkent’te de hem bu dünyaya hem de hayaller dünyasına ait bir şeyler var. Tüm kent büyük bir düzenle inşa edilmiş, gerçekler kadar keskin ve sert hatları var. Fakat arada bir karşınıza çıkan küçük manzaralarda kaşlarınızı kaldırmadan edemiyorsunuz. Bulvarlarda yürürken etrafınızda yükselen binaların üzerindeki mozaikler hep bir hikâye anlatıyor. Hindistan ve Özbekistan arasında İpek Yolu’ndan gelen ticari ve kültürel ilişki, Gandhi bloklarının dış süslemelerine yansımış. Geleneksel Hint dokuları Sovyet mühendisliğiyle birleşip kenti selamlıyor. Yuri Gagarin’den heybetli Tanrı Dağları’na kadar birçok binanın dış cephesinde resimler, işlemeler ve semboller görmek mümkün.

Başkent Taşkent geçit vermeyen bir coğrafyanın ortasında kurulmuş kocaman bir çadıra, “yurda” benziyor. Bir tarafında da ölümcül Kızılkum Çölü yer alıyor. Kent, Siri Derya (Seyhun) Nehri’ni besleyen kollardan Çirçik’in kenarında bulunuyor. Çin, Kazakistan, Tacikistan, Kırgızistan’a kadar yayılan görkemli Tanrı Dağları, hava açık olduğunda uzaklardan Taşkent’i de selamlıyor. Bazen dağlardan gelen soğuk havayı ciğerlerinize çekiyorsunuz ve bu kente hayat veren yaşam kaynaklarının hâlâ kirlenmediğini anlıyorsunuz.

Eski Taşkent
Taşkent’teki önemli dini yapılar “Eski Taşkent” olarak bilinen bölümde bir arada; 10. yüzyılda Bizans imparatoruna şiirsel üslupla yazdığı mektupla bilinen Hazreti İmam’ın türbesi, en eski Kuranıkerim yazmalarından birinin bulunduğu Muki-Mübarek Cuma Camii, Barak Han Medresesi büyük bir meydanı çevreliyor. Meydan, Taşkent halkının nefes aldığı, hoşça vakit geçirdiği hareketli bir yer.

Tarihte Taşkent Doğu’yla Batı arasında uzanan İpek Yolu üzerinde önemli bir ticaret durağıydı. Arapların ve ardından Moğolların egemenliğine girdi. Timur zamanında, 14. yüzyılda bir bilim, sanat ve ticaret merkezi olarak en parıltılı dönemini yaşadı. Kent, 1865’te Rus Çarlığı’nın eline geçti ve 1917 Devrimi’nin ardından Sovyetler Birliği’nin bir parçası oldu. Özbekistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ne başkentlik yapan Taşkent, 1966’daki depremde büyük ölçüde yıkıldı ama adeta yeni baştan kuruldu. Taşkent, 1991’den beri de bağımsız Özbekistan Cumhuriyeti’nin başkenti.
Deprem sonrasında Sovyetler’in birçok yerinden gelen yetenekli mimar ve mühendislerin Taşkent’i yeniden yaptıklarını gözümde canlandırıyorum. Kentin inşası bin gün sürüyor. Akıl almaz bir hızla yıkıntıların altından, kendi küllerinden doğan Ankakuşu gibi yeni bir kent ortaya çıkıyor.

Alabildiğine uzanan gökyüzü ve taşların grisinde bir meydanlar, avlular, anıtlar ağı…
Taşkent, 2.5 milyona yaklaşan nüfusuyla Orta Asya’nın en büyük kenti. Ama o kadar geniş bir alana inşa edilmiş ki, bazen etrafta sadece bir avuç insan varmış izlenimine kapılıyorsunuz. Tabii bir gelinle damada rastlamadığınız sürece. Çünkü burada evlenmek büyük bütçeli bir film çekmekle aynı kapıya çıkıyor. Düğüne giden çift etrafında kameralar, ışıkçılar, fotoğrafçılar ve hatta asistanlardan meydana gelen kalabalık bir ekiple dolaşıyor. İşte o zaman bu büyük kentin aslında bir tiyatro sahnesine ne kadar çok benzediğini tekrar fark ediyorum.

Taşkent bir tiyatro sahnesiyse oyunun ilk perdesi İpek Yolu olmalı. İşte bu perdeyi en iyi yansıtan yer de kentin büyük çarşısı. Orta Asya’nın dört bir yanından gelen ürünleri, desenlerle süslü kubbesinin altında toplayan 2 bin yıllık Taşkent Çarşısı uçsuz bucaksız verimli düzlüklerin üzerine gerilmiş gök mavisi bir kubbe izlenimi bırakıyor üzerimde. Çarşı, kent ile hemen hemen aynı yaşta. Satıcılar bu kadar mı özenli olur? Hepsi en temiz kıyafetlerini giymiş, içerisi sanki bir tablo gibi. Reyonların yerleri belli. Büyük bir düzen göze çarpıyor. Bu düzene rağmen içeride hayal edebileceğiniz her şey var. Saz, tar, ruba ve tambur satan bir yere giriyorum. Satıcının adı Habibullah. İstanbul’da Unkapanı’na da saz yolladığından bahsediyor. “Bak bu tarın sesi çok güzeldir, bu dütarın (ikili tarın) sesi daha güzeldir.” Sonra “İşte bu da sizin bildiğiniz gitar” deyip bildiğimiz sazı gösteriyor ve bir teline dokunuyor. Sazın titreşimi etrafımızı sararken artık Özbekçe konuşmaya başladığımızı fark ediyorum. Her şeyi anladığımı söyleyemem ama birçok şeyi anlıyor ve anlatabiliyordum. Türkçeyle birçok ortak kelime var.

Bu büyük çarşıdan çıkıp hemen yakındaki Kukeldaş Medresesi’ne doğru ilerliyorum. Kentin kalbindeyim; otobüs durakları ve metro girişi burada. Kukeldaş Medresesi, 16. yüzyıldan kalma. Buraya sadece erkek öğrenciler kabul ediliyor, dört yıllık eğitimin ardından Arapça öğretmeni veya imam oluyorlar. İkinci katta yurtlar var. Bana medreseyi gezdiren görevli, buradaki öğrencilerin kendi tercihleriyle din eğitimi aldıklarını anlatıyor. Kendi eğitim sistemleri içinde dini eğitim olmadığını öğreniyorum. Şimdi binden fazla öğrencisi olan medrese Sovyet döneminde depo olarak kullanılıyordu. Kentin tarihi yapılarına hâkim olan bir renk var; bu coğrafyanın toprağından, kilinden gelen Taşkent açık kahverengisi. Bu renk medreseye de hâkim.
Medresenin olduğu bölgedeki otobüs durağında etrafa bakarken boynunda bir hoparlör taşıyan, iki kulağında telefon ve telsize bağlı iletişim aracı, elinde bir not defteriyle ortada dolaşan bir adam fark ediyorum. Yanımdan her geçişinde gülümsüyor ve ben de karşılık veriyorum. Sonunda dayanamayıp “Amerikani” diye soruyor. “Merhaba” deyip sohbete başlıyorum. Bu adamın aslında çok önemli bir görevi olduğunu anlıyorum. Otobüslerin ve dolmuşların sırasını düzenliyor ve telsizle yolculara, dolmuşların sırasını anons ediyor. Böylece duraktakiler hangi dolmuşun geleceğini anlayıp sıraya giriyor. Onunla konuşurken Taşkent’te yaşayan insanların çok sıcakkanlı olduğunu hissediyorum. Yavaş yavaş yanınıza gelip “merhaba” diyerek bir şeyler ikram etmeye çalışıyorlar. Sakız veya eve götürdükleri ekmeğin bir parçası. Biz adamla konuşurken insanlar koca dalgalar halinde belirip sonradan kayboluyor. Otobüslere binenler, inenler. Sonradan fark ediyorum ki otobüs duraklarının altında metro istasyonu da var.

Taşkent, yapım tarihi açısından Orta Asya’daki ilk, Sovyetler Birliği’ndeki yedinci metro sistemine sahipti. Günümüzde de Orta Asya’daki iki metro ağından biri burada, öteki Kazakistan’daki Almatı’da. Milli güvenliğe büyük önem gösteren hükümetin uyguladığı önlemlerden dolayı metroya girişte bir görevli çantanızı sıkı şekilde kontrol ediyor, içeride de başka biri aynı işlemi tekrarlıyor. Aynı sebeplerden dolayı metroda fotoğraf çekmek yasak. Planlanması 1966’daki depremin ardından başlayan metro ağı 1977 yılında hizmete girdi. Yapımında dönemin en büyük sanatçılarının çalıştığı metro istasyonlarının hepsi bir sanat eseri ve her biri ayrı bir temayı yansıtıyor. İsimlerini de ünlü yazar, şair, kahraman ve devlet adamlarından alıyorlar. Mesela Puşkin, Emir Timur, Özbek Şair Alimcan…

Azizbek Khalmuradov, kentin bu yeni planını, Sovyetler zamanında Özbekistan’dan sorumlu genel sekreter olan Şerif Raşidov’a borçlu olduğunu anlatıyor. Rehberim Aziz, metro yolculuğumuz boyunca bana Raşidov’dan bahsediyor. Metro projesi onun fikri. Tekstil fabrikaları, uçak fabrikalarının modernleşmesi, ekonomi ve teknoloji üzerine modellemeler de öyle. Raşidov’un güneş ve uzay araştırmalarına da büyük önem verdiği biliniyor.

Taşkent’in günümüzdeki düzenli hali, hızlı tren, metro, geniş bulvarlar ve yeşil alanlar Raşidov’un ne kadar ileri görüşlü bir insan olduğunu, ne kadar sürdürülebilir projeleri hayata geçirdiğini gösteriyor. “Sadece soğuk duvarları ya da mekanik yapıları olan fabrikalardan ibaret değildi onun öngörüsü” diyor Aziz, “sanat, spor ve bilimde de büyük bir gücün ve potansiyelin hayata geçmesini sağladı”. Kentte 15 devlet tiyatrosu olması da tesadüf değil gerçekten. Taşkent’in en büyük opera binası ise Özbek edebiyatının önemli isimlerinden, 15. yüzyılda yaşamış yazar ve şair Ali Şir Nevai’nin adını taşıyor.

“Sanat bizim bağımsızlığımızdır” diyor Tura Mirzo. Kendisi defalarca Türkiye’ye de davet edilmiş önemli bir yazar ve şair. Özbek Müftülüğü’nün bile “Tiyatro İbadethanesi” adlı bir eser yazdırdığını söylüyor. Bu örnek bile Taşkent halkının tiyatroyla ne kadar iç içe olduğunun bir göstergesi.

Taşkent düz bir alan üzerinde kurulu. Yüksek bir yerden bakıldığında, mesela Özbekistan Oteli’ne çıkıldığında neredeyse bütün Taşkent’i görebiliyorum. İlk tepkim “ne kadar düzenli, ne kadar yeşil, dinamik bir kent” diye düşünmek oluyor. Bunun sebebi Özbek hükümetinin ve Taşkent halkının yeşili ve düzeni korumadaki kararlılığı. Özbeklerin yeşile olan duyarlılığı ve korumacı yapıları beni çok etkiliyor.

Eski dönemlerden kalma yapılarının bir kısmı depremle birlikte harap olmuştu, fakat geriye kalanlar hâlâ çarpıcılığını koruyor. Bunlardan biri de 2000’lerin başında restorasyondan geçip bugünkü görünümünü kazanan Hazreti İmam Külliyesi; 16. yüzyıldan kalma yapı revakları, bahçeleri, gökyüzünün tüm mavisini içinde barındıran göz alıcı kubbesi ve 54 metrelik devasa minaresiyle eski Taşkent’i yansıtıyor.

Taşkent’in biraz dışında olsa da Zengi Ata Mozolesi de eski Taşkent’i yansıtan bir diğer yer de eski Taşkent’in havasını taşıyor. Timur döneminde İslam’ı yaymak için Yemen’den gelen Zengi Ata adına yaptırılmış. Bu mozole küçük bir gölün kenarındaki sevimli bir bahçede, 14. yüzyıldan inşa edildi.

Dini şahsiyetlerin mezarlıklarının etrafında Taşkent’in modern yüzü yükseliyor. Kent kutsal yerlerini adeta derinliklerinde saklıyor, onlara kol kanat geriyor. Böyle yerlere hep dar sokaklardan geçilerek giriliyor. Çok kolaylıkla bulunamıyor.

Taşkent’in bir başka dini yapısına, Svyoto Uspenskiy Katedrali’ne gidiyorum. Kent nüfusunun yüzde 70’ten fazlası Özbek ve diğer Müslümanlardan oluşuyor. Ortodoks Rusların oranı da yaklaşık yüzde 20. Pazar günü olmamasına rağmen katedral çok kalabalık. Bunun sebebini sorduğumda pederin vefat ettiğini ve üç gün boyunca cenazesinin içeride kalacağını, insanların da içeride onunla birlikte bekleyeceğini öğreniyorum. Burası kentin en büyük kilisesi. Sovyetler döneminde tüm dini merkezler gibi bu katedralin de etrafı kapalıydı ve sadece tepesindeki haç gözüküyordu. İnsanlar hem ibadet edemiyor hem de bu heybetli yapıyı göremiyordu. Özbekistan bağımsızlığını kazandıktan sonra hükümet camileri, kiliseleri restore etti ve çevrelerini tekrar düzenlendi.

Taşkent her zaman yabancılara kapılarını açan bir yer, bir sığınma kenti oldu. Rusya’da 1920’li yıllardaki kıtlık zamanlarında insanlar zorlu yollardan gelerek Taşkent’e sığınmıştı. O günlerde burası “ekmek kenti” olarak anılırdı, çünkü herkesi doyuracak kadar ekmek vardı. Aynı şekilde İkinci Dünya Savaşı yıllarında Alman birlikleri Sovyet sınırlarına yaklaştığında batıdaki kentlerden; Kiev’den, Moskova’dan, Leningrad’dan doktorlar, bilim adamları, tiyatrocular, senaristler, film yönetmenleri, yazarlar, kompozitörler tahliye edilerek Taşkent’e getirildi. Moskova Tiyatrosu, Kiev Teknik Okulu ve Leningrad Konservatuvarı Taşkent’e yerleşti. Toplumun düşünen ve yaratıcı tabakasının Taşkent’e getirilmesinin en büyük sebebi o dönem burada bir tiyatronun, kütüphanenin olması, entelektüel bir yaşamın hüküm sürmesiydi. Anna Ahmatova en duygusal şiirlerinden biri olan “Kahramanı Olmayan Şiir”i Taşkent’te, Karl Marx Caddesi, 7 numaradaki apartmanda yazdı. Tolstoy, “Korkunç İvan” adlı oyununu burada bitirdi, Nobel ödüllü Soljenitsin Kanser Koğuşu adlı kitabında Taşkent’teki bir kanser hastanesinde yaşadıklarını anlattı.

Taşkent’in yarım saat dışında bulunan, 3 bin 300 metre yüksekliğindeki Çimgan Dağı’na çıkıyorum. Geçmişte Sovyet kayak takımlarının antrenman yaptığı yerler bugün terk edilmiş durumda. Bir zamanlar genç sporcuların kullandığı mekânlar, antrenman alanları, telesiyejler bomboş. Şimdilerde kayak tutkunlarının amatör ve profesyoneller için ayrılmış iki farklı pisti kullanabildikleri bir yere dönüşmüş. Bölgenin Kazak köylerindeki girişimci gençlerden İlham, ücret karşılığı yarım saat boyunca karlı tepelerde atla ya da kızakla beni gezdirebileceğini söylüyor. Çok sık olmamakla birlikte buraya gelen turistleri bu şekilde gezdirerek para kazandıklarını anlatıyorlar. Yaşlı bir adam olan İlham eski ihtişamlı dönemleri hatırladığını, birçok olimpiyat şampiyonunu burada antrenman yaparken gördüğünü belirtiyor.

Kentten bu kadar uzakta bulunan Çimgan’da cep telefonu ve internet en yaygın haber alma biçimlerinden biri. Hükümet, haberleşme teknolojilerinin kamuoyuna ve milli ekonomiye büyük katkı sağladığını göz önüne alarak 2020 yılına kadar iletişim sektörü için kapsamlı bir gelişme programını onayladı. Bunun sayesinde, ülkede faaliyet gösteren iletişim operatörleri hızla gelişiyor. Özbekistan’ın lider iletişim firması olan Ucell’in başında Türkiye’den bir yönetici var. Çokuluslu TeliaSonera iletişim grubunun Özbekistan’daki mobil operatörünün CEO’su Osman Turan’ın buraya gelme hikâyesi de oldukça ilginç. Şavşat’tan Gürcistan’a uzanan eğitim ve çalışma hayatında iletişim sektörünün her aşamasında çalışmış olan Osman Turan şimdi bu dev grubun Özbekistan’daki CEO’su. Ucell olarak genç, dinamik bir nüfusa sahip Özbekistan halkına en iyi hizmeti vermek için çalışıyorlar. Burada bir Türk yönetici olmanın çok büyük avantajı olduğunu vurguluyor Osman Turan. Avrupa bakış açısı ile Orta Asya’nın kendine has dokusunu en iyi Anadolu’dan gelen biri harmanlayabilir. Ülkenin önemli spor kulüplerinden birine de sponsor olan Ucell’in abone sayısı 8.5 milyon, çalışan sayısı ise 900’ün üzerinde. Bu gezinin destekçisi, mobil iletişimin öncülerinden TeliaSonera, Ucell’i 2007’de satın aldığından şu ana kadar Özbekistan’a 1 milyar dolara yakın yatırım yaptı.

Akşam geç bir saatte, yanımdan geçen banliyö trenine bakarken öteki tarafta tek katlı, kendine ait bahçesi olan yapılar olduğunu görüyorum. Yerin üstünde ilerleyen doğalgaz borularının altından geçerek o tarafa doğru yürüyorum. Dış mahallelerde de sokaklar çok geniş. Oraya vardığımda senede bir kere Nevruz’dan sonra hazırlanan “sümelek” adlı yiyeceği yaptıklarını görüyorum. Sümelek, buğdayın karanlıkta ıslatılması ve çimlendikten sonra parça parça ezilmesiyle yapılıyor. Azar azar su ve un eklenerek karıştırılıyor. Tam 24 saat boyunca karıştırılarak hazırlanan sümeleğin toplumsal hayatta ayrı bir yeri var. Amaç, insanların bir araya gelmesi. Her yaştan kişinin en az bir kez karıştırdığı kazandaki sümelek aslında bir yemekten daha fazlası; komşuların bir araya gelmesi, akrabaların birbirini görmesi, gençlerin birbiriyle tanışmasına vesile olan bir tür eğlence. İçerideki bir odada gençler kendi kurdukları müzik sistemiyle bir kenarda dans ediyor, yemek yenen başka bir odada televizyon dizisi “Muhteşem Yüzyıl” izleniyor. Burada ben de kendimi bu kültürün bir parçası gibi hissediyorum. Anadolu’dan gelen biri olarak Orta Asya’daki birçok kutlamada kendi kültürümüzden bir parça bulmak hiç de şaşırtıcı değil.
Taşkent farklı mimarileri, farklı dönemleri yansıtan bir yer. Geniş bulvarların arasında yürürken bu kentin 21. yüzyıla kadar dünyanın yaşadığı tüm acıyı, gururu, yükselişi ve çöküşü kendi içerisinde harmanladığını ve kendi kimliği yaptığını anlıyorum. Tıpkı mevsimler gibi. Baharı müjdeleyen renkler, yeni açan çiçeklerin enerjisi gibi renkli Rus mimarisi. Sert geçmiş bir kış gibi keskin hatları olan Sovyet mimarisi. Tüm bunların birleşiminden ortaya çıkan, enerji dolu bir yaz mevsimi gibi pürüzsüz sütunların olduğu, göğe doğru yükselen ve üzerinde geçmişinden aldığı öğretiyle yoğrulmuş desenleri barındıran modern Özbek mimarisi. Taşkent 2 bin yıllık geçmişiyle bu toprakların yaşadığı tüm dönemlerin bir dışavurumu…

Atlas Mayıs 2014 / Sayı 254

f t g m