• İktibas

  • İktibas

  • İktibas

  • İktibas

Copyright 2024 - Custom text here

Türk Tarihinde Osmanlı Asırları

Yazarı: Sâmiha Ayverdi
Yayınevi:     Kubbealtı
Yayın Yılı:    1975

Türk Tarihinde Osmanlı Asırları"Türk tarihinin seyir ve tekamülü ardınca yürüyebildiğimiz ölçüde atılmış bu birkaç adım, iki büyük Türk devletinin dünya tarihi muvacehesindeki medeni ve içtimai değerlerinin, uzaktan yakından münasebet kurmak vaziyetinde olduğu milletlere ve nihayet dünyaya neler getirdiğini, umumi çizgileriyle tayin ve tesbit edebilmek gayretinin naçiz bir mahsulüdür. Bu yüzden de, başı, sonu bilinmeyen tarih dünyası içinde ve bu gökkubbenin altında tahtlar yıkıp zaferler kazanmış veya hezimetler kaybetmiş Türk kavminin binlerce yıllık macerasını bir tarafa koyup, bu zincirin birbirine girift ve sıkısıkıya bağlı iki halkası üstünde bilhassa duracağız: Selçuklu ve Osmanlı İmparatorlukları. Şuna inanmak yerinde olur ki, devrini tamamlamış ve ilmin hafızasına devr olmuş bu tarih realiteleri, vakti geçmiş, vazifesi tamamlanmış keyfiyetler değildir. Belki geleceğin temellerini teşkil ettiği için, cemiyet olarak büyük bir uyanıklık ve şuurlu bir tecessüsle üstünde durmamız gereken gerçeklerdir."

İKİNCİ SULTAN MEHMED VE FETH-İ MÜBİN (sayfa 248)

"...Fâtih Sultan Mehmed, dâvasında neden muvaffak oldu, diyecek olursak, bu sualimizin cevâ­bını, ilk gençlik çağından itibaren, himmetini kendi üstüne çevirmiş olan hükümdarın hayâtı içinde görmek mümkün olur. Beşerî egoizmini manevî feragate, ferdî dâvalarını kütle menfaatine feda eden genç hü­kümdar, îmânına şuur, vicdanına düzen, ameline ihlâs, cehline aydın­lık, ihtiraslarına sükûnet bağışlaya bağışlaya evvelâ kendisiyle hesaplaşmış, ondan sonra dışa taşmıştır.

Fâtih, yaptığını bilen ve yapacağını hesaplayıp düşünen adamdı. Onu kütle mukadderatını elinde tutan sayılı dahîler ve cihangirlerden ayıran üstün vasıf, icrâât ve başarılarında, fırsatlardan ve tesadüfler­den faydalanmış olması değil, yaptığından ve yapacağından haberli bu­lunan bir sisteme sahip bulunması idi. Halbuki büyük şöhretlerden pek çoğu, sevkitabiîlerini rehber tutan gafil ve zamanın mağlûbu kimseler­dir. Binâenaleyh Fâtih, ihraz ettiği şan ve şerefe, tesadüflerin yardımı ile değil, kendi istihkak ve kudretiyle ulaşmıştır.

Hiç bir zıt, değişmedikçe kendi zıttı ile birleşemeyeceğine göre, her şeyden evvel bir zıdlar âbidesi olan insan psikolojisinin de anlaşmış bir bütün hâline girmesi lüzumunu kabul eden Fâtih, çeşitli meyil ve duygularını inzibat altına alarak, yekpare bir enerji hâline getirmiştir. Neticede de, bir ruh ve îman potasında sublimasyon geçirmiş bu inşâcı ve tekâmülcü adam, anlayışını kütleye naklederken, baskı ve tazyik yo­luna değil, topluluğun zihnî ve teessürî elemanlarına hitap etmek cihe­tine girmiştir.

Esasen kütlenin de kâh şuuru, kâh gayr-ı meş'ûru ile kendisine hayat ve beka vâdeden kurtarıcısının peşine düşmesi, yapraklarını ve dallarını ışığa ayarlayan nebatlar gibi, maşerî vicdanın da bu müşah­has îman ve ihlâs örneğinden geleceğini talep etmesi bir tabiat zarureti idi. işte bu yüzden de Fâtih'i çeken, çağıran ve kurtarıcı olarak bekle­yen bir dünya vardı. Acaba târih ve insanlık karşısına samimiyet ve doğruluğunu bayrak gibi gerip alnı açık olarak çıkan pâdişâhın, beşer olarak eksik veya fazla tarafları yok mu idi? Tabiî ki vardı ve olması da zarurî idi. Zîra o, ilâhlık dâvası eden bir câhil değil, kulluk babında olan bir arif kişi idi."

f t g m